Tarihi kayıtlar son derece ürkütücüdür: savaş, veba ve diğer ölümcül olayların hikayeleri tarihin sayfalarını süsler. Tarih boyunca en iyi bilinen, hatta ikonik anlardan bazıları bir kişinin hayatının sonunda meydana gelmiştir. Örneğin, Sezar’ın Senato tarafından ihanete uğraması, İskender’in yeni imparatorluğunun “en güçlü olana” verileceğini duyurması ya da Hannibal’ın babasının ölüm döşeğinde Roma’ya karşı nefret yemini etmesi gibi. Ne yazık ki, ünlü bütün tarihsel karakterlerin sonu kahramanca olmadı. Bazen insanlar ironik ve hatta mizahi bir şekilde hayatlarına son vermişlerdir. Farklı dört ünlü karakterin hayatını ve ironik ölüm hikayesini sizin için derledik.
Bu yazı TheCollector sitesindeki makaleden çevrilmiştir.
1. Epiruslu Pirus (Pyrrhus)
Pirus, MÖ 302 – 272 yılları arasında Epirus Krallığı‘nı yönetmiştir. Aktif askeri kariyeri ve bir general olarak yetenekleriyle tanınmıştı. Henüz genç bir delikanlıyken Diadochi Savaşları sırasında savaştı. MÖ 297’de 21 yaşındayken General Kassander‘den tahtını geri aldı. Pirus Zaferi deyimi, Roma Cumhuriyeti’ne karşı yürüttüğü savaştan kaynaklanmaktadır. Romalıları birçok savaşta yenmesine rağmen çok sayıda kayıp olduğu bildirilmiştir. Tarihçi Plutarkhos‘a göre, Asculum Savaşı‘ndan sonra Pirus’un kendisi şunları söylemiştir:
Pirus, Roma’ya karşı savaşında büyük miktarda insan gücü ve para kaybetti. Bu yüzden,M.Ö. 275 yılında İtalya’dan ordusunu geri çekti. Ardından, Greko-Makedon komşularına saldırmaya başladı. Başlangıçta, bu sefer mantıklıydı. Pirus, Makedonya Kralı Antigonus Gonatas‘ı Aous Savaşı‘nda mağlup etti. Böylece, rakibinin krallığının büyük bir kısmını ele geçirdi. Ardından, Sparta’yı fethetme girişiminde bulundu. Ancak bu yanlış bir karardı. Spartalıların karşı saldırısı, sadece kralın yoldaşlarının ve askerlerinin çoğunun değil, aynı zamanda oğlu Ptolemaios’un da ölümüne yol açtı.
Pirus’un durumu, Argos kentindeki bir sivil anlaşmazlığa müdahale etmeye davet edildiğinde daha da kötüleşecekti. Doğal olarak, Pirus bunu kenti kuşatmak ve saldırmak için gereken geçerli mazeret olarak değerlendirdi. Pirus’u destekleyen Argoslu bir politikacı olan Aristeas tarafından gecenin köründe şehre girmeyi başardı. Pirus, pazar yerini güvence altına almak ve şehirde bir dayanak noktası oluşturmak için Kelt paralı askerlerini kullandı. Pirus’un varlığından, savaş fillerini de şehre sokmaya çalıştığından haberdar olan kent garnizonu alarm verip savunma pozisyonu aldı.
Şafak vakti, Pirus kuvvetlerini şehirden çekmeye çalıştı. Fillerinden birinin cesedinin kapıyı kapatması ve diğer fillerinin paniğe kapılıp şehrin her yerinde koşmaya başlaması, bu işi daha da zorlaştırdı. Ardından gelen savaş acımasızdı. Genç bir Argoslu asker, Pirus’u bıçakladı. Lakin, onu öldürmedi. Pirus’un şanssızlığı, çocuğun annesinin yakındaki bir çatıdan onu izliyor olmasıydı. Plutarkhos’a göre kadın öfke ve korkuyla doluydu… Ardından iki eliyle bir kiremit alarak Pirus’a fırlattı.
Boynuna inen bu darbenin Pirus’u öldürüp öldürmediği bilinmemektedir. Plutarkhos’a göre, Makedonyalı bir asker olan Zopyrus, kendine gelmekte olan kralı fark eder ve onun başını keser. Pirus’un sonu, ironik ölüm olarak değerlendirilir! Çünkü krallara ve Romalı generallere karşı savaşmış bir adamın hayatı, yaşlı bir kadın tarafından bir taş parçasıyla sona erdirildiği gerçeği baki kalır.
2. Pontuslu Kral Mithridates VI
Romalılara karşı savaşan Helenistik hükümdarlardan diğeri, Mithridates VI‘dır. M.Ö. 120 – 63 yılları arasında Pontus Greko-Pers krallığının kralıydı. Saltanatı, babası V. Mithridates‘in aniden öldürülmesi ve annesinin, genç Mithridates’in yanı sıra kardeşi Mithridates Chrestus‘u da naip olarak yönetmesine karar verilmesiyle başladı (antik kraliyet mensupları isimler konusunda pek de yaratıcı değillerdi). Naip kraliçe yani annnesi, genç krala karşı birkaç komplo düzenledi. Bu yüzden, Mithridates Pontus’tan kaçtı.
Ölümünün ardındaki ironi burada oluşmaya başlamıştır. Mithridates’in babası bir ziyafette zehirlenmişti. Annesi ise birkaç kez suikast düzenlemişti. Bu yüzden, genç kral zehre karşı bir saplantı geliştirmişti. Hem Appian hem de Cassius Dio‘ya göre, Mithridates bu tür zehirlere karşı bir bağışıklık oluşturmak için zehirli maddeleri mikro dozda vererek kendini zehirlere alıştırmak için bir yöntem geliştirmiştir. Dahası, Mithridate olarak bilinen ve 19. Yüzyıla kadar kullanılan evrensel bir panzehir geliştirdiği de teoriler arasındadır. Bu önlemler, tehlikeli bir siyasi durum içinde bulunan tedbirli bir kral tarafından alınmıştır.
M.Ö. 113 yılında tahta dönen Mithridates, annesini ve erkek kardeşini hapsetti. Kısa süre sonra, ikisi de hapiste ölmüştür. Ardından Gürcistan ile Kırım gibi Karadeniz bölgelerini işgal ederek Pontus Krallığı‘nı genişletti. Ardından güneye yöneldi ve Galatya’daki Kelt krallığını bölüşmek için Bitinya kralıyla ittifak kurdu. Ancak Bitinya kralı da Roma Cumhuriyeti ile ittifak kurmuştu ve Pontus’un güçlenmesine tepkiliydi. Bu yükselen tansiyon M.Ö. 88 yılında, Mithridates’in günümüz Türkiye’sinin batı kıyısındaki Efes ve Bergama gibi Yunan şehirlerindeki Roma vatandaşlarının katledilmesini emrettiği ve Asiatic Vespers olarak bilinen bir olayla doruğa ulaşacaktı. Yaklaşık 80.000 kişi öldürülmüş ve bu olay üç “Mitridatik Savaş”ın ilki için katalizör görevi görmüştür.
İlk savaş, bazı şehirlerin Pontus kralını kurtarıcı olarak davet etmesi nedeniyle Yunanistan’da yapıldı. Romalılar galip gelse de, ardından gelen barış ancak Roma Elçisi Murena‘nın Pontus Krallığı’na saldırdığı M.Ö. 83 yılına kadar sürmüştür. Bu ikinci savaş Mithridates için çok daha başarılı oldu. Halys Savaşı‘nda iki lejyonu yenmiş ve ardından Roma Cumhuriyeti barış talebinde bulunmuştur.
Roma ve Pontus arasındaki son savaş, topraklarını Roma’ya emanet eden Bithynia’nın son kralının vasiyetiyle tetiklenecekti. Mithridates’in bir istila girişiminin ardından MÖ 72’de Cabria‘da kesin bir yenilgiye uğradı. MÖ 67’de Zela’da Roma’ya karşı bir zafer kazandı. Ama, MÖ 66’da Lycus vadisinde ezici bir yenilgiye uğradı.
Bu savaşın sonunda Mithridates bir kez daha sürgüne gitmek zorunda kaldı. Günümüz Kırım’ına kaçtı ve oradan Roma Cumhuriyeti’ne karşı yeni bir savaş planladı. Planı, Karadeniz’deki topraklarından bir ordu toplayıp Ukrayna’dan İtalya’ya yürümek ve Roma’yı tehdit etmekti. Ancak bu gerçekleşmedi. Sert yönetim yöntemleri, artık parçalanmış olan imparatorluğunun soyluları arasında bir isyana yol açtı. Sonuç olarak Mithridates zehirle intihara teşebbüs etti.
Cassius Dio‘nun sözleriyle, “Zehir ölümcül olmasına rağmen ona üstün gelemedi, çünkü her gün yüksek dozlarda panzehir alarak bünyesini zehre karşı güçlendirmişti.” (Cassius Dio, 37)
Mithridates bu girişimden kurtulduktan sonra çareyi koruması Bituitus‘tan kendisini kılıç ile öldürmesini istedi. Her ne kadar 80.000 sivilin ölümünden sorumlu olan biri için özellikle üzülmek zor olsa da, hayatının büyük bir bölümünü kendisini zehre karşı bağışık hale getirmeye adamış bir adamın bunu sona erdirmek için zehir kullanmaya kalkışması acı verici derecede ironik ölüm olarak değerlendirilir.
3. Qin Shi Huang
Qin Shi Huang, birleşik bir Çin’i yöneten ilk hanedan olan Qin hanedanının kurucusudur. Hem Terracotta Askerleri‘nin hem de Çin Seddi‘nin yapım emrini vermesiyle ünlüdür.
Qin Shi Huang, M.Ö. 259 yılında Kral Zhuangxian‘ın en büyük oğlu olarak doğmuştur, ancak Büyük Tarihçi’nin Kayıtları’nda imparatorun General Lu Buwei‘nin oğlu olduğu iddia edilmektedir. Soyu nereden gelirse gelsin Shi Huang, Zhuangxian‘ın ölümünden sonra M.Ö. 246 yılında Qin topraklarının tahtına oturmuştur. Gençliğinde tahtına yönelik suikast girişimleri ve darbeler gibi çeşitli tehditler yaşadı.
Qin Shi Huang’a karşı darbe M.Ö. 238 yılında Lao Ai adlı bir saray görevlisinin önderliğinde gerçekleşti. İsyanın yenilgiye uğratılması ve başına ödül konulmasının ardından Lao Ai acımasızca idam edildi. Birkaç ata bağlandı ve atlar farklı yönlere koşarak isyancıyı parçaladı. Zalimliğinin bir başka örneğini de başarısız bir suikast girişiminin ardından görebiliriz; suçlu yetenekli bir müzisyendi ve böyle bir yeteneğin boşa gitmesini istemeyen imparator, onu idam etmek yerine gözlerini oydurdu. Bu size, yani okuyucuya, Qin Shi Huang’ın aklı başında biri olmadığı konusunda bir fikir verecektir.
Qin Shi Huang, Çin’i fethedip birleştirdikten sonra gücünü ve mirasını (bir nevi) pekiştirmeye başladı. En ünlüleri Çin Seddi ve Terracotta Ordusu olsa da, yaşam iksiri avı biraz daha ezoterik bir gösteriş projesi olarak ortaya çıktı. İmparator yaşlandıkça ölümsüzlüğü elde etmeyi takıntı haline getirdi. Bu durum giderek daha çaresiz önlemler almasına yol açtı: kaç tane sahte ilaç denediği bilinmiyor, ancak akademisyenler bunun büyük bir miktar olduğunu varsayıyor. Qin Shi Huang Çin’de bir iz bırakmak istiyordu. Bunu yapmak için ölümsüz olmak iyi bir çözüm gibi görünmektedir.
M.Ö. 211 yılında Çin’e düşen bir meteor, imparatorun öleceğini ve krallığının bölüneceğini bildiren uğursuz bir mesaj olarak yorumlandı. Bu yüzden, iksir arayışı daha da çılgınca bir hal aldı. Neredeyse elli yaşındaki imparatorun Pingyuanjin’de hastalanması bu durumu daha da kötüleştirdi. Sonunda, yüksek miktarda civa içeren bir tarifi denedi. Böylece, zehirlendi ve kısa bir süre sonra öldü…
4. Khrysippus
Khrysippus Helenistik dönemin en etkili filozoflarından biriydi. Onun stoacılık üzerindeki etkisi, o olmasaydı stoacılığın da var olamayacağına dair eski bir deyime yol açmıştır.
Khrysippus M.Ö. 279 yılında, bugünkü Türkiye’de Mezitli olarak bilinen Soli kentinde doğmuştur. Gençlik yıllarında uzun mesafe koşucusu olarak eğitim almış ve ailesinin servetine Helenistik bir hükümdar tarafından el konulmasının ardından (bu kralın Mısırlı Ptolemaios II mi yoksa Seleukos İmparatorluğu’ndan Antiochus I mi olduğu tartışmalıdır) Atina’ya göç ederek felsefe okumaya başlamıştır. Khrysippus, Atina’da Cleanthes‘in gözetimi altında Stoacılık Okulu‘na katılmıştır. Bununla birlikte, Platon Akademisi‘ndeki derslere de katıldığı düşünülmektedir.
MÖ 230’da hocasının ölümünden sonra Khrysippus, Stoacı okulun Akademik Başkanı oldu. Akademik görev süresi boyunca Khrysippus’un yedi yüzden fazla eser yazdığına inanılmaktadır. Ne yazık ki bunların çok azı günümüze ulaşmıştır. Herculaneum papirüsleri Khrysippus’un yanı sıra Marcus Aurelius gibi daha sonraki stoacı yazarların eserlerinden parçalar içermektedir. Khrysippus’un geliştirdiği mantık anlayışının büyük bir kısmı önerme kavramına dayanmaktadır. Khrysippus “eğer”, “ve”, “az ya da çok muhtemel” ya da “çünkü” gibi sözcükleri kullanarak, doğru olduğuna inandığı şeyleri çıkarabileceği bir mantık algoritması yaratmıştır. Bunun bir örneği aşağıdaki gibidir:
Tüm kuşlar yumurtlar. Bütün kuşların tüyleri vardır.
Öyleyse: Tüm tüylü hayvanlar yumurtlar.
Bu basit gibi görünse de, Khrysippus bu mantığı Fizik, Kader, Tanrı’nın varlığı ve Kehanet konularını tartışmak için kullandı. Kader konusunda Khrysippos, kozmosun Tanrı tarafından tasarlanıp belirlendiği gibi, eylemlerimizin de bu şekilde tasarlandığını savunmuştur. Dolayısıyla, bunun bir sonucu olarak, insanlar tarafından gerçekleştirilen her eylem önceden belirlenmiştir ve kaderin öngördüğü yolu izleyecektir. Belki de hayatının sonunda kaderin ona ne hazırladığını bilseydi fikri değişirdi.
Genel olarak, Khrysippus istisnai bir filozof olarak değerlendirildi. Diyojen Laertius onun için bir günü beş yüzden az satır yazmadan geçirmenin alışılmadık bir durum olduğu yorumunu yapmıştır. Dahası, birçok tartışmada özellikle tarafsız olarak görülmüş, mantık çizgisinde bir argümanın her iki tarafını da kullanmak istemiştir. Akademik görev süresi MÖ 206 dolaylarında ölene kadar sürdü. Stoacı felsefenin öncülerinden biriydi. Ancak böylesine saygın bir adam için ölümü hiç de öyle olmadı.
Diyojen Laertius, 143. Olimpiyat sırasında, yetmiş üç yaşına kadar yaşamış olan Khrysippus’un çok fazla sulandırılmamış şarap içiyordu. Yunanlılar, barbarlardan kendilerini ayırmak için şaraba su katarak içme konusunda ısrarcıydı. Bir süre sonra, incir yiyen bir eşeğe rastlar. Bu elbette yaşlı filozofun gördüğü en komik şeydi, kontrolsüzce gülmeye başladı ve rivayete göre “Şimdi eşeğe incirleri yıkaması için biraz şarap verin!” diye bağırdı. Diyojen Laertius‘un belirttiği gibi, bunlar ne yazık ki onun son sözleri olacaktı.
“çok güldüğü i̇çi̇n öldü”
(Diogenes Laërtius 7.185)
Felsefe dünyasına bu kadar çok şey vermiş bir adamın “Şakasına gülerek ölen adam” olarak anılacak olması şüphesiz trajik bir durum. Ancak Khrysippus en azından neşeli bir halde öldü diyebiliriz.